Özgür Bakar: Komediyle ilgili ben bir yere değil de ülkenin komedi sineması bir yere geldi. İstediğim anlamda komedi yapmanın Türkiye’de karşılığı kalmadı. O yüzden mutlu olmayacağım bir komedi filmi yapmaktansa sevdiğim şeyleri yapmak adına, daha sonra planladığım şeyleri öne çekmeye karar verdim. Mizah kitabı da yazıyorum, korku romanı da yazmak istiyorum. Korkunun Türkiye’de çok da iyi bir konumda olmadığını düşündüğümüz bir noktada, biz de biraz bu çerçeveyi genişletenlerden olduk, Ammar’la birlikte. Madem istediğimiz komediyi yapamıyoruz o zaman istediğimiz korkuyu yapalım gibi bir anlayışımız oldu ve bu çok hızlı karşılığını buldu. Hoşumuza gidiyor bu etkileşimleri aldığımızda, ama ben kişisel olarak komediden hiçbir şekilde kopamam. Komediyi de yapacağım, sadece ülkede –Deccal üzerine konuştuğumuz zaman tekrar anlayacaksınız- korkuda bile en ufacık bir eleştiriye tahammül edilmediğini görüyorsunuz. Şu an verdiğim kararın ne kadar doğru olduğunu bir kere daha anladım çünkü komedi yaptığınız zaman ister istemez ufacık bir hiciv, bir gönderme, memnun olmadığınız bir şeyle ilgili bir espri yapmak istiyorsunuz. Yani şimdi korkuda bir tane diyaloguma katlanamadılar, komedide kim bilir başıma neler gelecekmiş(!) O yüzden zaten komedinin geldiği durum çok feci ilen, ben daha konformist olduğum zamanlarda komedi filmi yapmak istiyorum ama korku filmiyle ilgili bu alanı genişletmeye devam etmek de istiyorum.
Altyapı çalışmaları eğitime de ayrılsaydı, daha özgürlükçü bir bakış açısı ile bence bugün kötü filmlere mahkum olmazdık.
Utku Ögetürk: Türkiye’de komedi, Yeşilçam döneminde zirvedeyken, son yıllarda hızlı bir düşüş gösterdi ve entelektüel kitle tamamen komediden kopmaya başladı. Hatta Cem Yılmaz gibi komedyenler de komedi anlayışını değiştirmeye başlayınca halk tarafından “Bu komedi mi?” gibi eleştiriler almaya başladı.
Özgür Bakar: Çok doğru tespitler. Bizi bu noktaya getiren en temel manipülasyondur. Komedinin düşüşte olduğunu düşünmüyorum, anlayışın düşüşte olduğunu düşünüyorum. Komedi her zaman zirvede, izlenme oranı olarak bir düşüş yok yani, televizyon için de öyle. Ben kendi jenerasyonum adına ergenlik döneminde de çok fazla değişen bir iktidar dönemi vardı. Ama bir anda ülkenin ideolojik yapısı 2000’li yılların başından itibaren 15 senelik bir tek bir anlayışa dahil oldu. İster istemez bir nesil değiştirme dönemi geldi. Yani 3-5 sene değil de 15-16-17 sene mutlaka bir neslin değişmesine ön ayak oluyor. O dönem kim yönettiyse onların devlet ideolojisi, bakış ideolojisi. Bunların etkisi olmadı demek ikiyüzlülük olur yani. Bir de bu sadece sinemayla sınırlı değil, spordan sanatın diğer dallarına kadar bu anlayış devam ediyor. Belki yollarımız var, metrobüsümüz var ama bunun dengeli gitmediği açık. Aynı altyapı çalışmaları eğitime de ayrılsaydı, daha özgürlükçü bir bakış açısı ile bence bugün bu filmlere mahkum olmazdık.
Utku Ögetürk: Aynı zamanda karikatür kökenlisiniz galiba.
Özgür Bakar: Evet.
Utku Ögetürk: Ben bunun karikatürde de olduğunu düşünüyorum, yani birinin elinde Uykusuz gördüğümüz zaman siyasi düşüncesine dair kafamızda bir şey oluyor.
Özgür Bakar: Eskiden de böyleydi ama. Ben Leman kökenliyim. Leman yazısı gözüksün diye cebimizde isimleri gözükeceği şekilde satardık. Bu bir duruş şekliydi, bakış açımızı belli etme şekliydi. Bugün için de geçerli bu. Her ne kadar Uykusuz okumak, bizim zamanımızda Leman okumanın dışarıdan görünüşünüzü etkilese bile Uykusuz bugün aynı anlamda hizmet edemiyor. Tabii ki bir eleştiri var, politik mizahları var ama Leman dönemindeki sertlik, öyle bir ortam yok. Bu bir gerçek yani. Ben aynı rüzgarı yakaladığını düşünmüyorum. Bizi tatmin ettiğini söyleyemem ama bir şey de diyemem çükü biz de yapamıyoruz.
Halil İbrahim Sağlam: Bugüne kadarki tüm filmleriniz vizyonda 15+ ya da 15A sınırı almıştı. İlk defa 18+ sınırıyla karşı karşıya kaldınız. Bu sınır filmin korku dozuyla mı alakalı olarak verildi yoksa başka sebepler mi söz konusu?
Özgür Bakar: Korku dozuyla alakalı olmadığını ben ufak bir testle anlamış oldum. Çünkü bize çıkardıkları raporda “Director’s Cut”ta kullanırım diyebileceğim sahneler vardı. Yumuşatmayı teklif ettikten sonra gelen cevap filmin mesajını beğenmedikleri oldu. Filmin mesajını doğrudan Hristiyan bakış açısıyla verdiğimi söylediler. Bu tabii yanlış bir yorumdu. Çünkü böyle bir şey yok. Daha sonra filmde finalde yazdığım bir tirat vardı, Aysan Sümercan’ın söylediği. Orada aslında benim daha üst akıl üzerinden yaptığım bir eleştiriydi. Dünya üzerinde var olan bir sistemin hayatlara nasıl nüfus ettiğini, aslında Deccal’ın öyle bir sistemde olduğunu, bir sembol olduğunu bahseden bir tiradım vardı. Bu çok rahatsız edici bulunmuş. Mesela balta sahnesinden rahatsız olsalardı daha anlayışla karşılayabilirdim yani. Görsel bir sanat yapıyoruz ama içindeki kelimelerden korkar hale gelmişiz. Ve kimsenin hayatını değiştirecek, insanları sokağa dökecek bir eleştiri de değildi. Kendi adıma, hayata bakış açımla insanları bir uyandırma vazifesi gibi karakterin ağzından söylediğim birkaç diyalog diyebilirim. Onun dışında birkaç şeye daha takılmışlar. Yine gündemimizle alakalı, tehlikeli bulmuşlar. Sorun kesinlikle şiddet değildi, şiddet olsaydı çözerdik ama filmin mesajını açıkça beğenmediklerini dile getirdiler. Bu bir sansürdür yani.
Bu bir sansürdür
Utku Ögetürk: Peki bu bir korku filmi olmasaydı bu sefer sansürü nereden uygulayacaklardı? Sonuç olarak böyle bir durumda, böyle bir sebeple 18+ da veremeyeceklerdi.
Özgür Bakar: Kesinlikle. Çünkü ellerinde bir materyal olmayacaktı. Bilmiyorum benzer örnekleri var mıydı, şu an aklıma gelmiyor ama muhtemelen başka bir yerden itibarsızlaştırmaya gidebilirdi iş.
Utku Ögetürk: Bu aslında Türkiye sinemanın nereye gittiğini gösteriyor.
Özgür Bakar: Çok doğru onu demek istiyorum. Bu bir sansürdür yani.
Utku Ögetürk: Bir sahneye değil, bir diyaloga değil, direkt olarak bir fikre uygulanmış bir sansürden bahsediyoruz.
Özgür Bakar: Daha tehlikeli bir şey söyleyeyim. Ben bu anlayışı yaratanların “kraldan çok kralcı” bir otokontrol uyguladığını görüyoruz. Belki rahatsız olacağını düşüneceği kişiler rahatsız olmayacaktı ama “Aman başımıza bir şey gelmesin” anlayışı ülkedeki bütün kurumlara sirayet etmiş durumda. Çünkü bugün kimin hangi sebeple alınacağı belli değil. “Niye böyle bir şeye izin verildi” diye bir tane tweet atılsa, yandaşlar tarafından, bir anda yanlış anlaşılabilir ve oradaki kurumdakileri yakabiliriz. O yüzden gelinen noktanın bir sonucu bu, yoksa ben kişi bazında eleştirsem bir anlamı yok. Kurumu eleştirsem de kurumun bu anlayışa getirilmesi üzücü.
Utku Ögetürk: Özellikle son gelen kurul sonrası, bu uygulamaların arttığını görüyoruz.
Özgür Bakar: Bence biraz şöyle bir anlayış var. Nuri Bilge Ceylan’a, Zeki Demirkubuz’a, Reha Erdem’e vs. destek verip, sonrasında “biz herkese veriyoruz” adı altında aslında vermek istedikleri kişilere veriyorlar gibi bir hissiyatım var. Ben Nuri Bilge Ceylan’ı kurula sokmanın dahi yanlış olduğunu düşünüyorum. Nuri Bilge Ceylan fonu olması lazım, Reha Erdem için de geçerli bu ama bu o seneki fonları meşrulaştırma adına yapılmış küçük oyunlar bence.
İzleyiciye kötü film sunma durumuna çok üzülüyorum.
Halil İbrahim Sağlam: Türkiye’de korku filmi isimlerine baktığımızda şöyle bir önyargı olduğunu düşünüyorum. Azem, Dabbe, Musallat, Üç Harfliler, Siccin veya senin filmlerin Ammar, Azazil, Deccal bu tür isimlerin olduğu tüm korku filmlerini cin filmi zannediyor izleyici. Halbuki senin sadece Ammar serin cin filmine dahil edilebilir. Azazil şeytan çıkarma filmi, Helak zaten çok başka bir kafa, Deccal kıyamet alametleri, metafizik ya da paranormal olaylarla ilgili.
Özgür Bakar: Anlatamıyorum bunu. “Yine mi cin filmi” diyorlar. O kirliliği yaratan biz değiliz. Bugün komedi için de geçerli mesela yapımcıların şöyle bir anlayışı vardır. Recep İvedik gibi bir şey yapalım. Ama Recep İvedik gibi olan hiçbir şey izlenmedi bir daha. Şahsına münhasır bir adam, bir rüzgar yakaladı; başarılı oldu. Ancak “mış gibi” olan hiçbir şey tutmadı. Yani korkuda da aynı durum var şu an. Dabbe’ymiş gibi olan veya Ammar’mış gibi olan hiçbir şey izlenmedi. Öyle olacakmış gibi insanları inandırarak kandırmaya çalışmak, paralarını harcatıp mağdur etme durumunu ortaya çıkıyor, başka hiçbir şeye yaramıyor. Her daim arka arkaya batan filmler olduktan sonra bir durulma oluyor. Sonra Hasan veya Alper yeni bir şey yapıyor, bir rüzgar yakalayınca bu az önce bahsettiğim tipler korkuda iş var ya diyerek tekrar bir sirkülasyon başlatıyor. İzleyiciye kötü film sunma durumuna çok üzülüyorum. Bugün tutan bir dükkanın karşısına kopyasını açmak bizim anlayışımızda var. O yüzden bu durumu eleştirmiyorsak bile en azından yaptığımız işi hakkını vererek yapalım, benim derdim o.
Halil: Türk sinemasında devam filmi algısı komedide de korkuda da çok fazla var ama temel bir fark var. Komedide çok tutan bir iş aynı oyuncu kadrosuyla serileşirken korku türündeki devam filmlerine yönelimimiz Hollywood’dan biraz farklı. Azem, Dabbe, Musallat, Üç Harfliler, Siccin gibi serilere baktığımızda bunların tamamı yeni filmlerde farklı hikayeler, farklı oyuncularla devam eden ama adının oluşturduğu markanın aynı kaldığı filmler. Ama Deccal 2 belki de ilk defa The Conjuring’ler, Insidious’lar ya da Hostel’ler gibi gerçek bir devam filmi. Başroller farklı ama ilk filmin başrolü ikinciye de başlarda dahil oluyor, tıpkı Hostel 2’de olduğu gibi. İlk filmdeki hikayenin evreni daha çok genişletiliyor, oradaki karakterler dahil oluyor, yeni karakterler çıkıyor o dramatik yapının içine giriyor.
Özgür Bakar: Öncelikle bir eleştiri yapayım. Eğer formatı baştan ortaya koyduğun zaman daha ilk sahnesinden veya filmden çıktığınız anda ben bunun yenisi gelse aynı dünyada başka bir şey izleyeceğim düşüncesini hissettirmiyorsan markayı kullanıp başka bir şey yapmanın etik olduğunu düşünmüyorum.
Utku Ögetürk: Bu şey gibi, 14 Şubat’ta Her’ü vizyona sokarken adını Aşk koymak gibi aslında.
Özgür Bakar: Aynen öyle. Yani Testere bile her bölümde başka bir olayı anlatırken en azından bir karakterin üzerinden formatı kurmuş ve kurtulmuş yani o eleştiriden. Ben dünyada örneği var mıdır bilmiyorum yani Son Durak belki ama Son Durak’ın triği devam ediyor. Giriş sahnesinden finaline kadar formülle devam ediyor. Bizde böyle bir anlayış yok. Dediğim gibi çok seyirciyi çağırmaya yönelik hareketler, ben etik bulmuyorum. Ben Ammar’ı da böyle yaptım. Ammar 2, ilk filmdeki grubun hikayesini araştıran bir grubun hikayesi ve araştırma üzerine olduğu için de yine etik davranıp belgesel formatında hazırladım. En azından tutarlı davranmaya özen gösterdim. İsteseydim çok daha basit bir kafayla gidebilirdim. Ammar’ın çok kuvvetli bir beklentisi vardı, eğer normal bir film yapsaydım. İlk gün sinemada 15.000 kişi izledi. İnanılmaz bir rakam, bu biz üçüncü güne 75.000’le geleceğiz, o da 500.000’e gidecek demekti. Ammar’la ilgili çok pozitif bir beklenti varmış, bunu görmüş olduk. Ama ben bunu ne pahasına olursa olsun devamlı ve tutarlı gitmek adına harcadım yani. Bence çok önemli ve ben bunun kıymet bulmasını istiyorum açıkçası. Deccal’de de ben 6 film tasarladım. Senaryomuz hazır değil ama tüm genel hikayemiz hazır. Hikaye git gide politikleşecekti, bununla alakalı da sansür meselesinden dolayı çok canım sıkkın. Çünkü biz bu filmde sadece bir diyalog koydyk, dördüncü filmden itibaren tamamen siyaset dünyasında geçen bir yapı kurmuştuk. Şimdi medya dünyasına yönelteceğiz muhtemelen. Medya dünyası üzerinden Deccal’i bir kötülük haline getireceğiz ama doğrusu politik dünyaydı. O yüzden benim için hikayenin devamlılığını kurmak ve devam ettirmek çok önemli. Deccal de bu şekilde devam edecek.
Utku Ögetürk: Türkiye’de korku sinemasına karşı bir önyargı var. Özellikle entelektüel kesimden, bu bir gerçek. Filmin iyi ya da kötü olduğuna bile bakmadan çoğu zaman yerli korku filmlerine gitmiyoruz. Buna kendimi de özeleştiri yaparak dahil edebilirim. Ama şimdi bu sektörün içinden birinden duyduğum seyirciyi kandırmaya yönelik film adının devam etmesi aslında biraz da sektöre karşı yapılan bir özeleştiri de diyebiliriz sizin açınızdan.
Özgür Bakar: Kendi adıma bir duruş sergileyebilirim bununla ilgili, ben bunu yapıyorum. Başkasına müdahale edemem sonuçta ama yapmamaları lazım.
Utku Ögetürk: Türkiye’deki bu önyargının sebeplerini ve sonuçlarını sormak istiyordum ama aslında biraz sebeplerinden bahsettiniz. Birçoğu taklit filmler, iyi filmler yapılıyor ama genel çerçevede bunun sonuçlarının bütün korku sinemasını olumsuz etkilediğini düşünüyoruz herhalde.
Özgür Bakar: Cevabı verdin zaten yani. Bu tamamen o kötü filmlerin insanlar üzerinde yarattığı yorgunluktan dolayı. Murat Tolga Şen’in lafıdır “hap yap para kap” tarzı bir anlayışın sonucudur bu. İşin hakkını veren insanlar bu önyargıya dahil olsa da günün sonunda fark ediliyor bence. Ama bugün belli pazarlama tekniklerini belli bir yere kadar eleştirmeye hakkım yok. Mesela Can Evrenol da Türkiye pazarında filmini sunmaya kalktığı zaman, o da afişini, filmin Baskın olan adını Karabasan ile desteklemesi vs. Bunlar filmin içeriği de aynı şekilde olmadığı sürece kabul görülebilir şeyler ama esas sorun işin içerik kısmında da taklitlerin çok fazla üretilmesi.
Ben kendi külliyatımı oluştururken seyirciyi unutan biri olmak istemiyorum.
Halil: Deccal 2 salt bir korku filmi olmaktan ziyade çok yönlü bir film bence. Hatta yer yer aksiyon filmi izler gibi. Tarikatlar, zombi gibi fırlayan tipler, İslami, Hristiyan, Yahudi derken dinlerin derin yapıları, bu yapı içinden suikastçi gibi çalışan aksiyon figürleri, ışık ve makyaj oyunlarıyla ilgi çekici bir kombin vs. Film Fabrikası ve Özgür Bakar sineması bu konuda kendi tarzını artık oturttu ve vizyondaki cin filmleri kalabalığından çok farklı bir konuma geldi gibi sanki. Kendi sinema külliyatını oluşturmaya başladığını söyleyebilir miyiz?
Özgür Bakar: Şimdi komedide biz her zaman söylüyoruz, senaryoyu yazdıktan sonra aslında özellikle ülkende bir komedi dili oturmadıysa, yönetmen sineması anlamında, 3-4 tane isim dışında sayabileceğimiz genel bir komedi yelpazesi yok. Ama korku filmi yaparken ben şunu fark ettim, her şeyim benim üzerimde. Emekleyen bir tür, geçen seneye kadar 10 tane film yoktu. Mesela Alper’le senaryoyu konuşurken de deriz mesela karakterin karşısına mutfakta su içerken bir şey çıkar ama o ne? Yani tamamen o yönetmenin tasarımına kalıyor. Bununla ilgili tabii çok fazla departmanla paslaşıyorsunuz ama o sizin hayal gücünüze, tasarımınıza kalan bir durum. O yüzden çok eğlenceli bence yönetmen için. Risk alıyorsunuz yani ama komedide öyle bir durum yok. Bunun kıymet görmemesi çok enteresan bir şey sadece, daha zor aslında korku sineması. Çünkü komedide çok fazla destekçiniz var bu anlamda , korkuda mesela hem ayrılan bütçe var hem ayrılan zaman var komediye göre yarı yarıya hatta 3’te biri oranına denk geliyor. Ona rağmen estetik bir şeyler yapmaya çalışmak vs. çok zor olduğu kadar çok da eğlenceli. Kendi külliyatımı yaratma meselesi şöyle, aslında tabii ki yola çıkarken böyle bir anlayışla yola çıkıyorsunuz. Auteur sinema yapmaya çalışıyorsunuz. Bir karemizden, bir diyalogumuzdan, bir oyunculuk biçiminden falan Özgür Bakar sineması olduğu anlaşılsın istiyoruz tabii ama bence burada da bizim anlayışımızı arkadan gelen taklitlerin ne yapsak hemen kötü bir kopyasını izliyoruz, hem yola çıkış fikri hem görsel olarak vs. Ekiplerimiz aranıyor, bizim ekiplerimiz tabii korku sineması yapan insanlardan olduğu için gidiyorlar orada da çalışıyorlar ama işte afişinize kadar her şey aynı olmaya başlayınca kendinizi yenileme ihtiyacı duyuyorsunuz. Seyirciyle beraber gelişen bir durum var, seyirciyi de öbür hissiyat yorduğu için değişik bir şey yapalım derken, kendi dilimizi mesela sindire sindire değiştirmek isterken biraz daha hızlı hareket etmek zorunda kalıyorum. Ayrıca sinema da değişiyor yani, yan tarafta Transformers izlerken iki tane dövüş sahnesi koymak istiyorsunuz yani. Emperyal bir şeyin sonucu bu ama ister istemez seyirciye bir şeyleri onun istediği gibi vermek istiyorsunuz yani kendi sinemanızın yanında. O yüzden ben kendi külliyatımı oluştururken seyirciyi unutan biri olmak istemiyorum.
Utku Ögetürk: Korku sineması açısından 80’ler, 90’lar özellikle Amerika’da ya da Avrupa sinemasında da genellikle dini figürler üzerineydi ama 2000 sonrası özellikle Amerikan ya da Avrupa bağımsızlarında korku filmi anlayışı biraz değişmeye başladı. Hatta gelinen noktada şöyle bir şey var. Filmin başında doğaüstü bir olay gibi verip filmin sonunda karakterin psikolojisinin okunmasına doğru gelişen bir korku janrına dönmeye başladı. Bu dönülen janrda aslında bir trik var, film seyirciyi korkuturken doğaüstünden faydalanıyor ama finalde ya da bir yerden sonra seyirciye karakteri okuması için imkan sağlıyor. Türkiye’de siz ve sizin gibi birkaç isim bunu aslında değiştirmeye çalışıyor ama arkadan gelen bir cin furyası da sürekli devam ediyor.
Özgür Bakar: Evet, kesinlikle. Şimdi şöyle bir tehlike var. Biz bununla ilgili bir rüzgar yakalarsak bu sefer bunun taklitleri gelecektir. Bununla ilgili bir şey yapamıyoruz. Tek dileğim iyileri gelsin, bizi de zorlasınlar.
Utku: Türkiye’de bu cin furyası bi 10-20 sene sonra başka değişip buraya doğru dönebilir diyorsun yani.
Cvp: Yani kendi adıma türdeki diğer başarılı iki yönetmene, -Alper Mestçi, Hasan Karacadağ- benzememek adına kendi skorlarımdan çok ödün verdim. Seyircinin alıştırılmış tatmin beklentisinden çok farklı şeyler yaparak aynı rüzgarı yakalamaya çalıştım. Aynı sonucu alamadım ama mutluyum. Ben o anlamda herkesin böyle farklı şeyler yapmak istediğini düşünüyorum ama bu iş biraz cesaret meselesi. Ben dediğiniz anlamda kendi sinemamı evriltmek adına yapımcılarımı sonuna kadar zorlayacağım. Çünkü bunun başka bir kaçarı yok. Mutlu olmayacağım bir film yapmak istemiyorum. Seyirciye de mutlu olmayacağı bir film izletmek istemiyorum. İkisinin arasını bula bula yavaş yavaş evrimleştirmeye devam edeceğim. İçimdeki çocuğu öldürmeden bunu yapmak istiyorum.
Halil: Daha önceleri bir kendime, bir izleyiciye film çekiyorum demiştin. Ammar kendine, Azazil izleyiciye, Helak yine kendineydi sanırım. Peki, Deccal serisi hangi kategoriye giriyor sence?
Özgür Bakar: Aslında şöyle, ben dediğim o kolerasyonu yapmayı daha doğru buluyorum ama tamamen izleyici odaklı yaptığım tek film Azazil: Düğüm’dür. Filmografimde de en son sıraya koyacağım filmdir. Ama izleyicinin de en çok sevdiği filmimdir. Bir şeyi doğru yaptığınız zaman yani dosdoğru bir mekanizmaya karşı yaptığınız zaman karşılığını bulduğunu gördüm. Kendi adıma bir denemeydi. İstersem seyirciyi uçuran film de yapabilirim, ondan da kendi adıma eminim ama hem onlara yeni bir şey gösterip hem onları mutlu edeyim derken mutlaka iki taraftan da biraz ödün veriyorsun. Kendi filmlerim tamamen bu doğrultudadır. Bunun en ağırını ben Helak: Kayıp Köy filmimde yaşadım. Tamamen kendi istediğim şeyi yapmaya çalıştığım zaman sinefillerde karşılığını buldu ama izleyicide karşılığını bulmadı. Film internete düştükten sonra alttaki yorumlara bakınca hiçbir filmimin almadığı kadar övgü de almış oluyorum, açıkçası iyi film bir şekilde zamanı gelince karşılığını bulmuş oluyor, onu da test etmiş oldum. Ama dediğim gibi genel anlamda tüm filmlerim ikisini bir arada yakalamak adına yapılmış filmlerdir ve bundan sonra da böyle olacak.
Halil: Filmlerinin sinematografik anlayışıyla ilgili konuşmak istiyorum biraz. Geçenlerde sosyal medyaya Deccal 2’nin fragmanından bir kare koymuştum “Nicolas Winding Refn” filmi karesi gibi diye. Hatta bunu katılan cevaplar da gelmişti.
Özgür Bakar: Evet, çok mutlu olmuştum onu görünce.
Utku: Sinematografinin ne kadarına müdahale ediyorsunuz?
Özgür Bakar: Yüzde yüzüne diyebilirim. Sadece görüntü yönetmenim benim hayal ettiğim şeyi inşa etmekte çok usta ama istediğim şeyi tam olarak ben belirliyorum. Onunla ilgili obsesif bir tarafım var yani. Çok ciddi bir ön çalışma yapıyorum ama Deccal’in ayrı bir avantajı var bununla alakalı. Çünkü Batı görselliği çalıştım burada, diğer filmlerde köy unsuru vs. varsa bu tip şeylere giremiyorum, başka biçim yolları arıyorum. Hikaye anlatma şekliyle ilgili, kurguyla ilgili. Görsel olarak en özgür hissettiği alan Deccal’in dünyası. Çünkü dediğim gibi işin içinde kiliseler var, trans sahneleri var, OrtaDoğu var vs. Her türlü coğrafyanın zenginliğini kullanabildiğim bir alan var. Zaten seyirci daha ilk dakikadan değişik bir şey izleyeceğiz diyebildikten sonra istediğiniz kadar coşabiliyorsunuz. Köy filminin ortasında bir anda böyle bir ışık oyunu yapamıyorsunuz yani. İki kez çalışma fırsatım oldum Deccal’i. Geçen sene biz hemen ilk filmin rüzgarının ardından sete girecektik ama koşullar müsaade etmedi. O dönem de tam sete gireceğim noktada geri döndüğüm için iki kere çalışma fırsatım oldu. O yüzden çok temiz ve düzgün bir iş oldu. Filmi çok kısa sürede çektim. Onu da iyi ön hazırlığa bağlıyorum. Ben sete çıkarken ekipleri çok rahat ettirecek bir ön çalışmayla yoluma devam ediyorum. Amerika’da ve Avrupa’da vardır ama Türkiye’de çok fazla örneği olduğunu zannetmiyorum. Ben ekiplere sahnede giyilecek kostümün tonunun duvar boyasıyla olan uyumundan bir ter detayına kadar ayrı bir çalışma dosyası veriyorum setten önce. Bazen senaryodan daha kalın bir döküman oluyor bu. O yüzden sette kimse ne yapacağını düşünmüyor. Ön hazırlıkta çoğu bitmiş oluyor, sette kimse kimseye soru sormuyor. Biraz bunun geri dönüşü olarak düşünüyorum.
Halil: 3 senede 7 film çekince çok hızlı oluşan bir filmografi gibi gözüküyor ama bunu nasıl yaptığınızı merak ediyorum. Yani ön çalışmayı uzun tutup çekim süresi kısa oluyor herhalde.
Özgür Bakar: Şöyle, ben aslında 6 ayda bir film yapıyorum. Bazen senede bir film yapıyorum ama farklı farklı yapımcılarla yaptığınız için vizyon tarihlerine, takvimlerine onlar karar veriyor. O yüzden bazen böyle çok sık film yapıyormuşuz gibi takvimde arka arkaya geldiği zaman öyle bir fotoğraf çıkıyor ortaya. Beni de çok rahatsız eden bir şey aslında. Biraz dinlendirmek gerekiyor anlayışı. İzleyici için öyle bir sorun yok tabii, günde 5 tane film yapsak yine izlerler yani. Yeter ki aynı kalitede sunalım. Tamamen aslında bir filme 6-7 ay gibi bir süre ayırıyorum. Bunun büyük bir dilimi senaryoda ve ön hazırlıkta geçiyor. Bir de sevdiğimiz işi yaptığımız için 7/24 zaten o filme yatıyoruz, o filmle kalkıyoruz. Attığımız her adım o filmle alakalı oluyor. Bu teknolojinin geldiği nokta bizi çok rahatlattığı için ön hazırlık sürecinde çok hızlı yol alıyoruz. Ben bir mekan görmek istediğim zaman, bir makyaj tasarımı yaptığım zaman bununla ilgili ekiplerden geri dönüş almak çok kolay oluyor, eskisi gibi değil yani. O yüzden kafamızdaki hikayenin demlenmesi sadece biraz zaman alıyor. Kafanızda çekeceğiniz film net ise teknik taraf çok daha kolay ilerliyor. O 7 ayın 6 ayını tamamen senaryoya ve ön hazırlığa ayırıyorum, filmleri de genelde 2 hafta gibi bir sürede hızlıca çekiyorum. Çünkü ben sete girdiğim zaman ışık ayağının geleceği yerden tutun, şaryonun yapacağı harekete kadar her şey çok önce bitmiş oluyor. 3-4 kere görüntü yönetmeniyle, ışık şefiyle çekim yapacağı mekana öncesinde giden çekim gününe o sahnede hiçbir şey bırakmayan bir anlayışla film yaptığım için kendi adıma vicdanım çok rahat. Acaba çok mu hızlı film çekiyorum derken, tam aksine kendimden yiyorum, daha fazla film yapmak adına.
Utku Ögetürk: Büyük çoğunluğu Müslüman bir ülkede yaşıyoruz. Bu yüzden İslam üzerinden korku filmi yapmak aslında doğasına uygun.
Özgür Bakar: Ve bu aldığım +18’den sonra anladım ki zorunlu.
Utku Ögetürk: Evet, şimdi onunla ilgili bir şey soracağım. Din üzerinden korku filmi yaparak halkın istediği şeyi verirken din eleştirisi yapmak bir açıdan risk mi?
Özgür Bakar: Deccaliyet kavramı riskli bir kavram. Şu anda OrtaDoğu’da yaşadığımız olaylardan tutun, Türkiye’nin içinde bulunduğu krizlerin sebebi olarak bile görülen ezoterik bir anlayışın ürünü. Buna inanan milyonlarca insan var. Bununla ilgili yazılmış milyonlarca kitap var. Böyle bir konuya girdiğiniz zaman illa ki sinir uçlarına dokunuyorsunuz. Filmin asıl meselesi buradan kaynaklandı. Dini açıdan baktıkları zaman da İslami açıdan değil de Hristiyan bakış açısıyla anlatmışsınız gibi bir düşünceleri oldu. Ben bu külliyata çok hakimim. Çok ciddi okumalar yaptım, ortağım da öyle. Baktığımız zaman zaten İslamiyet’te Deccal anlayışı yok. Zaten konsept sizi o noktaya getiriyordu. Ama anladık ki İslam üzerinden korku filmi yapmak yanlış değil tam tersi zorunlulukmuş. Biz laik bir ülkede yaşamıyormuşuz yani. İstersem Şaman bakış açısıyla anlatırım, istersem Ateist bakış açısıyla da anlatırım, buna kimse karışamaz ki. Bununla ilgili bir film yapıyorum ve bununla ilgili en derin kaynakları ben Hristiyan külliyatında buldum. Ayrıca överek falan da anlatmadım zaten yani. Bunun mitlerinden faydalanarak, ki mittir yani. En azından o bakış açısıyla işin realite kısmını konuşacaksak Kur-an’da geçmesi lazım, ki Kur-an’da geçmiyor. Bununla ilgili kehanetlerin tamamı Batı kaynaklı. İster istemez filmin görseli de, hikayesi de tutarlı olacaksanız o yönde olacak. Ben bu işe İslam’ı kullanayım para kazanayım diye bakmış olsaydım şu an çok daha sevilen bir film yapardım yani. Ama ben olması gerekeni yaptığım için böyle bir noktaya geldim. Dediğiniz şekilde yapmak çok büyük avantaj getiriyor insana. Ama dini eleştiren bir korku filmi Türkiye’de yapmak mümkün değil.
İstanbul Film Festivali’nden bizim filmlerimizin de yer aldığı bir Midnight Madness kuşağı bekliyoruz.
Halil: Senin filmlerinin cast seçimlerini genelde başarılı buluyorum. Korku filmlerinde oynatılan no-name isimlerin çoğunu sonra başka filmlerde vs. bile göremiyoruz. Amatör performanslarla çoğu silinip gidebiliyor ama senin filmlerinden Ozan Akbaba çıktı, Tolga Akman çıktı, Öznur Serçeler çıktı. Deccal 2’de özellikle Emel Karaköse’yi çok başarılı buldum. İlk filmden Öznur Serçeler’le olan benzerliği de hem fiziksel hem senaryonun mantığı üzerine bir yere oturtulmuştu. Cast seçimlerine tek başına mı karar veriyorsun?
Özgür Bakar: Yani bu masanın dört ayağı gibi bir şey sonuçta. Kurgun kötü olursa filmin yine kötü olur, cast’ın kötü olursa filmin yine sekteye uğrar. Rengin kötüyse yine böyledir, senaryon kötüyse yine böyledir. Aynı özenle çalışılması gereken bir departmandır cast. Filmi taşıyacak kişiler oyuncular. O anlamda bence her şeyi senaryo aşamasından önce karakterize etmek gerekiyor. Senaryo aşamasında köşelerini iyi belirledikten sonra Türkiye’de çok değerli oyuncular var. Türkiye’de neyin sorunu yok dersen oyuncu sorunu yok derim yani. Çok ciddi, çok yetenekli oyuncularımız var. Ben mesela başka bir teknikle bu işi hallediyordum. Ben devlet tiyatrosu ve şehir tiyatrolarını kombine şekilde izliyordum. Çünkü korku filminde no-name oynatma gibi bir avantajınız var. Fırsat bekleyen kaliteli oyuncuları bulalım diye sevmeyeceğim oyunları bile gidip izlemişliğim vardır. Çünkü çok değerli oyuncular orada yatıyor bence patlamaya hazır. Korkuda çünkü çok yüzü eskimiş, bilindik, iyi oyuncular dahi olsa bazen dezavantaj olabiliyor. O yüzden ben cast seçimlerini bu şekilde yapıyordum. Tabii ki senaryonun köşelerini belirledikten sonra gözünün önüne oyuncun tipini, kıyafetini, her şeyini getiriyor. Öznur’la (Serçeler) ilgili sadece bir beklentim vardı. Şeytan doğuracak bir insanın içgüdüsel olarak niyeyse mavi gözlü olmasıyla ilgili bir düşüncem vardı. Öznur’un çok iri gözleri vardı, hani şeytanı ben doğuracağım der gibi geziyordu yani. Biraz hatta Öznur’un karakterini böyle Ejderha Dövmeli Kız’daki gibi anarşist bir yapıda oluşturacaktım ama Öznur gözüyle her şeyi kapattı ve o riske girmedim yani dövmeli vs. bir tip yapacaktım aslında ama bu haliyle yeterli geldi. Emel’in (Karaköse) biraz daha bastırılmış durması gerekiyordu. Onun karakterini biraz daha naif çizdim ama tabii görsel olarak Öznur’la benzerliğinin tutması gerekiyordu. Yani bu konuda iyice çalıştık, karşılığı olduğunu görmek sevindirici.
Utku Ögetürk: Korku sinemasından beslendiğiniz isimler var mı?
Özgür Bakar: Ben her zaman söylüyorum bir yönetmenin bir isme saplanıp kalması çok doğru değil. Ama tabii ki ustalar benim için öncelikli, Dario Argento, Alfred Hitchcock. Ama ben korku sinemamı Wes Anderson’la da besliyorum. Bu işi yapıp hayatını bu işten kazanan ve yaşam biçimi haline getirmiş kişiler için dünyayı çok güzel bir yer haline getiren insanlar yani. Hepsinin ayrı bir rengi var, ben her şeyden önce keyifli bir sinema izleyicisiyim yani, beni çok mutlu eden insanlar. Dolayısıyla bilinçaltına çok şey katıyor, hani “şu isim idolümdür” demeyi doğru bulmuyorum. Ben de yönümü arıyorum çünkü. Farkında olmadan bence hepsinden besleniyorum; Orhan Kemal okurken de besleniyorum. O kadar sert bir cümle kuruyor ki, bir korku filminde bu cümle kurulur diyorsun, ya da Anadolu’yla ilgili bir görsele destek oluyor .
Utku Ögetürk: Dünyada birçok iyi korku filmi festivalleri var. Bunlarla ilgili bir girişiminiz oluyor mu? Buraya gönderelim, bakalım burada nasıl reaksiyona alacak gibi. Böyle bir yolu da deniyor musunuz?
Özgür Bakar: Hiç denemedim. Aslında İstanbul Film Festivali’nden bir Midnight Madness kuşağı bekliyoruz yani. Umarım yapılır.
Utku Ögetürk: Şu an birçok isim dijital platformlar için film çekmek üzerine anlaşmalar yapıyor. Alper Mestçi Blu Tv için çekti örneğin. Dijitalin gelişmesi Türkiye’de korku sinemasına katkı sağlayacak diye düşünüyorum ben şahsen. Sizin böyle bir çalışmanız var mı ya da gerçekten bunun bir katkı sağlayacağını düşünüyor musunuz?
Özgür Bakar: Ben korku sineması olarak değil genel olarak bütün anlayışı değiştireceğine inanıyorum. Maddi olarak karşılığını hemen talep edebildiğimiz şeyin, bir ürün sunmanın , yayın organlarının da bu kaliteye gelmesinin içerik kalitesini çok artıracağını düşünüyorum. Çünkü bir sinema filminde ya da dizide paramı geri alabilecek miyim duygusuyla uğraştığınız zaman bir sürü şeyden fedakarlık edebiliyorsunuz. Ama zaten her halükarda baştan ücreti verilmiş bir platformda izlediğiniz zaman içeriğiniz daha özgürleşecek. Daha çok istediğiniz şeyi yapmaya başlayacaksınız. O anlamda ben genel olarak her türe, diziye, sinemanın da her alt türüne çok fazla katkı sağlayacağını düşünüyorum. Biraz zamana ihtiyacı var, belki bir 5 sene sonra tam oturmuş olur. Biz o süreçte katkı sağlayanlardan, bu süreci hızlandıranlardan biri olmak adına “Korku Günlükleri” diye bir projemiz var. Başarılı olursa her sezon aynı oyuncularla temanın farklı olduğu American Horror Story gibi bir projemiz var.
Utku Ögetürk: Çok keyifli bir röportaj oldu, çok teşekkürler.
Özgür Bakar: Ben teşekkür ederim.